24 Temmuz 2010 Cumartesi

1980 SONRASI MADENCİLİĞİMİZ VE ÖZELLEŞTİRME POLİTİKALARI

1980 sonrası dönemde Madencilik Sektörü iki önemli gelişmenin etkisinde kalmıştır. Bunlardan birincisi; 1980'li yıllarda uygulamaya konulan Yeni Dünya Düzeni politikaları, diğeri ise çevreyle ilişkin çıkan yeni Yasa ve Yönetmelikler ile birlikte Madencilik Sektörü üzerinde gelişen kamu baskısıdır.
Dünya Bankası, 1980 yılının başına kadar sadece KİT’lerin oluşturulması için kredi açmakta kalmıyor, aynı zamanda işletme kredisi veriyordu. O tarihten sonra 180 derecelik bir sapma oldu. Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Finans Örgütleri v.b. gibi uluslararası finans merkezleri KİT'leri satma ve tasfıye etme koşuluyla kredi vermeye başladı.
1980’den bugüne kadar; Yeni Dünya Düzeninin referans noktaları olan küreselleşme, serbest piyasa ekonomisi, özelleştirme, esneklik, rekabet, yabancı sermaye, uluslararası tahkim, MAİ, bilgi çağı, bilgi toplumu, ticaret devrimi, kalite, standart, çevre, moda, medya v.b. kavramlar günlük hayatımıza girmiştir
Yeni Ekonomik Düzen; 1970-1980 döneminde yaşanan petrol krizleri sonucunda GOÜ’in (Gelişmekte Olan Ülkeler) artan dış borçları ve buna karşılık ithalatlarını kısmaları sonucunda Dünya ticaretinde ve piyasalarında oluşan durgunluktan çıkmak ve bu fırsatla GOÜ’i disipline etmek ve yeni kar alanları yaratabilmek amacıyla Merkez (ABD liderliğinde Gelişmiş yedi ülke) tarafından 1980’li yıllarda uygulamaya konulmuş ekonomik, siyasi ve sosyo-kültürel alanlarda bir bütün olarak değişimdir. Özelleştirme ise, Yeni Ekonomik Düzen içerisinde en önemli ekonomik uygulamadır.
Yeni Dünya Düzeni kavramı ise, Sovyet Bloku’nun dağılmasıyla netleşmiştir. Soğuk Savaş sonrası dünyada Merkez, karşıt bloka karşı artık kendi çevresini genişletmek durumunda olmadığı için, siyasal açıdan GOÜ’e ihtiyaç duymamaktadır. Öte yandan “teknoloji devrimi” Çevreden (Gelişmiş Ülkeler dışında kalan ülkeler) sağlayabileceği birçok malın (şimdilik petrol hariç) önemini çok azaltmıştır. Merkezde tarım üretimi öyle bir arttı ki temel gıda maddelerinde kendine yeter olmakta kalmadı büyük çapta ihracatçı oldu. Diğer hammaddeler için sentetikler devreye girdi ve/veya geri kazanım teknolojilerle daha az hammadde kullanmaya başladılar. Merkez sanayilerinde katma değer ve istihdam yaratırken Çevreyi devre dışı bırakmıştır.
Yani Merkezle Çevre arasında bağ kuran karşılıklı dayanışmaya yol açabilecek ne siyasal, ne bir dizi ekonomik olgu bugün eski önemini taşıyor. Çevre, Merkez açısından daha çok malları, hizmetleri ve sermayesi için pazar olarak önemli, bunun içinde kişi başına gelirin arttığı dinamik ülkeler safında olmak gerekiyor. Kafkasya ve Orta Asya Ülkeleri, gelecekteki petrol ve doğal gaz gibi doğal kaynaklarından sağlayacakları gelirler ile yakın gelecekte dünyanın en önemli pazarları olacağı bu kapsamda değerlendirilmektedir.
Yeni Ekonomik Düzen, evrensel çapta serbest piyasa ekonomisini gerçekleştirme savıyla yola çıkmıştır. Ancak 1980’den bu yana ortaya çıkan sonuçlar ise bu savla pek bağdaşır nitelikte olmadı. Merkez, bölgesel anlaşmalar çerçevesinde neredeyse kartelleşti; Çevre ülkelerinin en fakirleri yani (Çin ve Hindistan hariç) düşük gelirli ülkeler neredeyse dünya ekonomisinden dışlandığı bir yapı oluştu. Çevrede kişi başına gelir göreli gerilirken uluslararası düzeyde gelir bölüşümü fakirlerin aleyine değişti. Uluslararası ilişkilerin demokratik niteliği kayboldu ve Merkez tarafından oluşturulan kültürel milliyetçilik, tüm dünyayı etkilemeye başladı.
Teknolojik gelişmelerle birlikte çevre kirliliği, ülkeler arasındaki gelir dağılımındaki adaletsizlik ile işsizliğin artması, Ulus devletlerinin ÇUŞ’lerin (Çok Uluslu Şirketler) karşısında zayıflaması sonucunda 20. yüzyılın sonlarına doğru dünya genelinde Yeni Dünya Düzenine karşı toplumsal tepkiler gelişmiştir. Hatta Seattle’da Aralık 1999’da düzenlenen Dünya Ticaret Örgütü toplantısı yoğun sokak olayları nedeniyle gündemli olarak gerçekleştirilememiş olup, bu durum Yeni Dünya Düzeni uzun dönemde inanılmazı içsel bir çatışma potansiyeli içinde olduğunu göstermektedir. Bu toplumsal tepkiler karşısında ekonomi bilimcileri bugünlerde Yeni Dünya Düzeni sürecinin tamamlandığını ve yeni bir döneme, “Toplum ve Yenilikçi” döneme geçilmek üzere olduğunu belirtmektedir.
Türkiye’de bu değişimin referans noktaları; ekonomide, 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları, siyasi ve hukuki alanlarda 12 Eylül Rejimi, 1982 Anayasası ve bunları tamamlayan Yasalar, Sosyo-Kültürel alanlarda ise, bir tarafta; serbest piyasa ekonomisi, medya, moda ve küreselleşme ile gelişen ve batı kültürüyle benzeşen yeni yaşam alışkanlıkları ve diğer tarafta; bunların sonuçları ile serbest piyasa ekonomisiyle gelen işsizlik, göç ve kentleşme sorunları karşısında şeriatçı-milliyetçi toplumsal muhalefetin gelişmesidir.
Türkiye’de Özelleştirme programı; piyasa güçlerinin ekonomiyi harakete geçirmelerine imkan sağlaması, üretkenlik ve verimliliğin artması, mal ve hizmetlerin kalite, miktar ve çeşitliliklerinin artırılması, mülkiyetin tabana yayılması, sermaye piyasasının gelişiminin hızlandırılması, modern teknoloji ve yönetim tekniklerinin Türkiye’ye çekilmesi, çalışanlara hisse senedi vermek suretiyle işgücü verimliliğin artırılması, devlete gelir sağlanması v.b., olarak belirlenmiş olmasına rağmen uygulamalar sonucunda “özelleştirme, devletin mali krizden çıkabilmek için bir borç-takas işlemine dönüşmüştür.” Ayrıca, büyüyen iç borç stoku ile birlikte reel faiz oranları ekonominin reel büyüme oranlarının üzerine çıkmış ve bu durum devletin “Mali Piyasalar” karşısında politika üretmesini engellemiştir.
1982 Anayasası kapsamında temel hak ve özgürlükler ile toplumsal örgütlenme sınırlandırılmış ve bunun karşısında yürütme yasama karşısında güçlendirilmiş ve bu güçle iktidara gelen Özal Hükümeti tarafından toplumsal muhalefetin olmadığı bir dönemde ağırlıklı olarak Kanun Hükmünde Kararnameler ile altyapısı hazırlanan özelleştirme politikaları 1980'li yılların sonunda başarısız olmuştur. Bunun en önemli nedenleri; yeterli sermaye birikimine sahip olmayan ve gelişmeleri tamamen KİT'lere dayandırılmış olan yerli sermayenin KİT'lerin yabacı tekellere geçmesini istememeleri, siyasilerin bankalar başta olmak üzere KİT'leri partizanca kullanmaktan vazgeçmemeleri ve topluma gerekçelerin şeffaf olarak anlatılamamasıdır. 1990 yılından sonra gerçekleştirilen özelleştirme uygulamaları ise; özelleştirmelerin parti yandaşlarına, arsa spekülatiflerine, ithalatçı tekellere yapıldığı anlaşılmış, teknoloji transferinin gerçekleşmemesi bir yana bir çok işletme kapatılmış, üretim düşmüş, ithalat ve işsizlik artmıştır. Bu uygulamaların sonucunda özelleştirme karşısında toplumsal muhalefet güçlenmiştir. 1980'li yılların sonunda yabancı tekellere karşı özerkleşmeyi savunan yerli sermaye 1990 yılların sonunda ise iç borç ödemeleri karşısında özelleştirmeyi savunmaya başlamıştır.
Türkiye; Merkezde ve bölgesindeki değişimleri iyi değerlendirememiştir. Sermayenin; rant ekonomisini ve ithalatı tercih etmesi; Siyasilerin KİT’leri ekonomik ve siyasi arpalık olarak görmesi, Türkiye’nin çelişkileri olmuş ve bu durum ülkeyi siyasi istikrarsızlık içerisinde borç batağına götürmüştür. Bugün gelinen noktada Türkiye, gelir dağılımındaki adaletsizlik açısından dünyadaki ilk beş ülke arasındadır. Buna göre nüfusun en zengin % 20’sinin toplam gelirdeki payı % 55.9’iken, en fakir % 20’nin toplam gelirden aldığı pay % 5.0’dır. Buna bağlı olarak bütçenin yaklaşık% 50 iç ve dış borç ödemelerine ayrılmaktadır. Özel sektör sanayinde faaliyet dışı gelirlerin net bilânço karı içindeki payı yaklaşık %50’ye çıkmıştır. Ayrıca kişi başına toplam borcun 1980 yılından 1998 yılı arasında % 310 artarken kişi başına milli gelir aynı dönemde % 105 artmıştır.
Demokrasi ile seçilerek gelen Hükümetler, ülkenin bu ekonomik sorunlarını IMF, Dünya Bankası ve bir-kaç sermaye grubu ile çözmeye çalışırken meslek odaları, sendikalar başta olmak üzere demokrasi güçlerini sistem dışına itmişler ve bu gelişmeler sonucunda; “Özelleştirme ,siyasilere ve sermaye kesimine karşı sokakta demokrasi mücadelesine dönüşmüştür.” Bugün, çalışanların ücretleri, çiftçinin ürün bedelleri ile sosyal hak ve güvencelerin kapsamı IMF tarafından belirlenmekte, devlet kurumlarının yapılandırılması Dünya Bankası tarafından yürütülmekte, Demokratikleşme hareketi AB tarafından yönlendirilmekte, TBMM sadece koordinasyonu sağlamaktadır. “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir”anlayışı çökmüştür.
57. Hükümet tarafından çıkartılan Sosyal Güvenlik Yasası ile Uluslararası Tahkime ilişkin Anayasa Değişiklikleri karşısında, sendika ve meslek örgütleri her türlü siyasi ve ideolojik kimliklerini bir tarafa bırakarak sadece demokratikleşme ve insanca yaşam için bir araya gelerek Emek Platformunu oluşturmuştur. Bu durum, Türkiye Siyasi Tarihinde, ortak çıkarlar üzerinde dayatmalara karşı gelişen geniş bir toplumsal uzlaşmadır.
24 Ocak Kararları ile birlikte ekonomide ihracata dönük sanayi politikaları benimsenmiş ancak “karşılaştırmalı üstünlük teorisi” dikkate alınmayarak sanayileşme göz ardı edilmiş, sadece bir-kaç imalat sektörünün teşviklerle kapasitesi artırılarak ithal girdiler yoluyla ihracat artışı sağlanabilmiştir. İthalat artışı engellenemediği gibi teşvikli ucuz ithal hammadde girdileri karşısında ülke içi üretim alanları, rekabet edemediğinde ekonomi dışında bırakılmıştır. Bu yanlış politikalar sonucunda en fazla “Madencilik Sektörü” etkilenmiş ve istikrarsızlığın sebebi olarak gösterilmiştir.
Türkiye Madencilik Sektörü içinde bulunduğu krizden çıkarak gelişebilmesinin tek koşulu özelleştirme politikaları gösterilmiş ve bu kapsamda tartışmaların özelleştirme üzerinde yoğunlaşması sonucunda da sektör ile ilgili sağlıklı politikaların oluşturulması engellenmiştir.
17.03.1984 tarih ve 2983 sayılı “Tasarrufları Teşviki ve Kamu Yatırımlarının Hızlandırılması Hakkındaki Kanun” ile Türkiye’de başlayan ve 15 yıldır süren Özelleştirme çalışmalarının sonucunda Madencilik Sektörü başta olmak üzere Çimento sektörü hariç KİT’lerde önemli bir Mülkiyet devri gerçekleşmemiştir. Ancak KİT’ler kendi kendini bitirme sürecine sokulmuştur.
Türkiye, 1970’li yılların sonlarında uygulamaya konulan 21. yüzyılın başlarında sürecini bitirmek üzere olan Yeni Dünya Düzeni içerisindeki sanayi ve teknoloji boyutunu ancak 1990’lı yılların ortalarında fark etmiştir ve geleneksel sanayi üretimi yapan KİT’lerde dönüşüm sağlanamamış, modernizasyon/yenileme yatırımları gerçekleştirilmeyerek bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde KİT’lerin kendi kendini kapatması politikası ortaya çıkmıştır. Bugün gelinen noktada KİT’lerin özelleştirilmelerinin ekonomikliliği tartışılmaktadır.
Osmanlı Dönemi’nden bugüne kadarki süreçte, Anadolu Madenciliği üzerinde Batının temel felsefesi; “ucuza hammadde ithal etmek ve Türkiye'ye mamul madde ihraç etmek olup, hiçbir dönemde sanayileşmeye yönelik teknoloji yatırımı yapmamak” olmuştur. Batının kömür, bor, ferrokrom, alüminyum, tronaya ilişkin yaklaşımları hep samimiyetsizlik içerisinde olmuştur. 1980 dönemine kadar madencilik sektöründeki önemli gelişmeler, Devletin Planlı Politikaları çerçevesinde KİT'ler sayesinde gerçekleşmiştir. Bu nedenle Maden Mühendisleri Odası, Özelleştirme Politikalarının karşısında yer almıştır. Ancak KİT fetişizmi de yanlıştır. Ekonomik ömrünü tamamlamış olan bir kuruluş tasfiye edilebilir. Makinesi, teçhizatı satılabilir, hatta arsası şehrin içerisinde kalmışsa, arsasını satıp kendisi kullanabilir. Yeter ki, satış hasılatı KİT sistemi içinde kalsın. Satış hasılatını modernleşme, yenileme yatırımları için kullanmak koşuluyla. En kötüsü, bunların satış hasılatının bütçe açığını kapatmaya tahsisidir.
Elbette gelişmekte olan Türkiye, madencilik ve enerji sektörlerinde yapılacak modernizasyon, yenileme ve yeni yatırımlarda neredeyse tamamen teknoloji ve finansman olarak dışa bağımlıdır. Bu gerçeği göz ardı etmeden kamunun etkin planlı politikaları ve denetimi çerçevesinde fizibil projelerin gündeme alınması ve KİT’Ier; bu anlayış içerisinde ulusal ekonomiye katma değer yaratacak biçimde yeniden yapılandırılması gerekmektedir

Hiç yorum yok: